Modern Çağda Bir Çelebi (Yrd. Doç. Dr. Ali SATAN)
Yemyeşil bahçelerin içinde birbirine komşu dört kardeşin dört evi. Geniş ve birbirine bağlı aile çevresi. Yaz akşamları bahçede, kışın ocak karşısında kurulan sofralar, nefis yemekler, tarihten pehlivan güreşlerine kadar zengin mevzuların konuşulduğu sohbetler ve dikkatle dinlenen musiki fasılları... Bakılıp sevilecek tavuklar, horozlar, hindiler, köpekler…
İşte bir çocuk daha ne ister ki dedirtecek ortamda ortaokul yıllarına kadar doya doya yaşayan, Ahmet Haluk Dursun’un ilgileri, hobileri ve hatta hayat felsefesinin ilk izleri burada teşekkül edecektir.
Büyük Dede Hafız Ahmet Efendi, Cevdet Paşa’nın da mezunu olduğu İstanbul’da Hamid-i Evvel medresesinde okur. Tahsilini tamamladıktan sonra sıla hasreti onu İstanbul’dan, aynı zamanda ikbalden alıkoyarak Yukarı Hereke köyüne dönmeye zorlar. Sanatkâr ruhludur. Hat ve tezhib eğitimi almıştır. Köyde yapacak çok şeyi yoktur ama “sıla hasreti” onunla beraber tüm ailenin baskın duygusu olacaktır. Köyde dere kenarında bahçe kurma fikrindedir. Bugün dahi Anadolu’da az bilinen enginar yetiştirir. Ama ne köyde ne de pazarda enginar yiyecek kimse bulur. Bu durum onun umurunda değildir, kendi ağız tadı için enginar yetiştirmeye devam eder. Tarihi köy camiinde fahri imamlık yapar. Köyde kendi gayretleriyle bir mektep açar. İstanbul’da tahsil görmüş Hafız Ahmet Efendi camide hüsnü hat dersleri verir, yazdığı hatlarla da camii süsler. Camiin kuşak yazıları ona aittir. Bir çok talebe yetiştirir. Ailede bir el yazması Kur’an-ı Kerim ve iki levha ve meşk takımı vardır. İmzası “Hafız Ahmet bin Şevket Herekevi”dir. Hat levhalarını da kendisi tezhib eder. Evin duvarında asılı olan ve Haluk Dursun’un çocukluk hafızasına nakşolunan bir kelam-ı kibar vardır:
“Açılır bahtım bir gün kapandıkça kapanmaz ya
Benim dosta münacaatım rızk için değildir haşa
Hüda rezzakü alemdir, rızıksız kul yaratmaz ya”
Fabrika-i Hümayun Hereke’de tesis olunmuş artık yavaş yavaş deniz kenarına iskân başlamıştır. Hafız Ahmet Efendi hayatında büyük bir değişim yaparak Yukarı Hereke’den deniz kıyısına geçer. Bu, ailenin yemeğinden üretimine kadar tesir edecek bir devrimdir. Esnaflığa girişir ancak zaten pek hoş bakılmayan ticaret işinde batar. Ailede ticarette başarılı olan yoktur. Aşağı Hereke’de bağcılık yapmaya, üzüm, kiraz ve zeytin yetiştirmeye devam eder. Mütareke döneminde Rum çetelerinin kaçırdığı Hafız Ahmet Efendi, Yahya Kaptan’ın öldürülmesini araştıran komisyonda yer alır. Aile geleneği siyasetten ve tarikattan uzak durmaktır. Ahir ömründe Hafız Ahmet Efendi, senelerce emek verdiği, üç saat yol yürüyerek cami hizmetlerini gördüğü Yukarı Hereke köylülerine küser, onları “nadan ve bivefa” olmakla suçlar. Yukarı Hereke’ye hiç dönmeyen Hafız Ahmet Efendi, vefat ettiğinde de Aşağı Hereke mezarlığına tevdi edilir.
Aileye “fakıoğulları-fakılar-fakihler” deniyor. Ailede erkek çocuklarının ilk adı hep Ahmet, kızların ise Hatice konuyor. Hafız Ahmet Efendi’nin oğlu Hafız Mesut’tr. Haluk Dursun’un dedesi bu kişidir. Ahmet Efendi de babası gibi İstanbul’da eğitim görüp Hereke’ye döner. Fazla dindar olmadığı rivayet olunur. Babasının okumadığı Türkçe ezanı o okur ve köylü çarpılacak diye bekler…
ŞEDD-İ ARABAN FASLI BAŞLIYOR
1950 ortalarında, Aşağı Hereke’ye zeytinlikler içine iki katlı cumbalı simetrik ev yapar. Sonra diğer kardeşleri. Bahçeleri birbirine sınır dört kardeşin dört evi vardır. Hafız Ahmet, sanata, musikiye, yemek kültürüne düşkün olup Selahattin Pınar’ın konserleri için o yıllarda Hereke’den İstanbul’a gelir. Radyodaki fasıllar kaçırılmaz, hatta Haluk Dursun, amcasının radyoda şedd-i araban faslının başlamasını çok mühim haber olarak Hafız Ahmet Dede’ye verdiğini unutamaz. Ayrıca ailenin sesi güzeldir ve akşamları bahçede fasıllar yapılır…
Bade-i vuslat içilsin kase-i fağfurdan
Bir ilahi neş’e doğsun nağme-i tanburdan
Şedd-i araban faslına ailenin ilgisi ailede varola gelen musiki zevkinin inceliği yanı sıra “hasret” duygusuyla alâkalı olsa gerektir. Nitekim müzikologlar şedd-i araban makamının Türk musikisinin en değerli makamlarından biri olduğunu, hasret ve hatırlama duygularını çok kuvvetle tasvir ettiğini söylerler. Öte yandan bu makamın Kırım Hanı Gazi Giray Han tarafından ihtira edilmiş olması ve bu makamın tınısıyla büyüyen Haluk Dursun’un gençlik yıllarında Gazi Giray Han’a özel bir ilgi duyması arasında bir irtibat olmalıdır.
Hafız Ahmet Dede’nin lâkabı “profesör”dür. Çünkü babasından ve İstanbul’daki eğitiminden çok şey öğrenmiştir. Çevrenin akıl danıştığı, fikir devşirdiği kişidir. Kendisi, önce dokumacılığa sonra kumaş tüccarlığına girer ama o da babası gibi ticarette başarılı olamaz. Ancak artık aile dokumacılık işine girmiştir. Erkekler dokumacı, kadınlar halıcı olur. Arada bağcılık yapılır. Haluk Bey’in üzerinde en fazla etki bırakan kişi Hafız Ahmet dedesidir. Çünkü altı kardeşin en büyüğü olan Haluk’u dedesi yanına alır ve ona zeytinlikler içindeki evinin İzmit Körfezi’ne nazır ikinci katında bir oda verir. Evin bütün işleriyle ilgilenen Ahmet Haluk bugün bizi hayrete düşüren ağaç, çiçek ve hayvanat bilgi birikimini o yıllarda biriktirmeye başlar.
Haluk Dursun’un babası Giresun Tirebolulu. Askerlik için Gebze’ye gelir. Hatta Osman Hamdi Bey’in meşhur tablosunda görünen evde kalır. Askerlikten sonra Hereke’ye yerleşir ve Şevkiye Hanım’la evlenir. Altı çocuğu olur. Bu Karadeniz için normaldir ama manavlar için çoktur. Ailenin en büyük çocuğu olan Ahmet Haluk’u dedesi yanına alır. Ocaklı bir evdir. Kış geceleri zeytin kütüğü yanar ve çok hoş koku eşliğinde muhabbetler edilir. Haluk Dursun aynı kokuyu seneler sonra Suriye’de Bayır-Bucak Türkmen köyünde misafir kaldığında aldığını söylüyor. Aile artık bağcılık ve balıkçılık da yapmaktadır. Evde kırlangıç balık çorbası yapılır ki o yılların Hereke’sine göre farklı lezzetlerdir. Evde daima, at, köpek, koyun, tavuk, horoz beslenir.
İlkokul öğretmeni Köy Enstitüsü mezunu, Halk Partili ve aynı aileden bir kişidir. Ahmet Haluk doğa sevgisini bu öğretmeninden alacak onunla beraber kır gezilerine gidecektir.
Dede’nin güreş merakını da söylemeliyiz, büyük torun bölgedeki yayla güreşlerine götürülür, kendisi de her yıl Kırkpınar güreşlerine gider.
Ailede herkes Fenerbahçeli’dir. Eve Fenerbahçe dergileri girer. Sebebini bugün dahi bilemediği bir şekilde Ahmet Haluk Galatasaraylı’dır. Bu merak onu Galatasaray Lisesi’ne götürecek ve lise ona yeni dünyalar açacaktır. İlk sahne; Ortaköy sahilindeki ortaokul şubesine kayıta gidilir ve orada bir çocuk denizden balık tutmaktadır. Haluk Dursun bu sahneden çok etkilenir. Yatılı kalacaktır. Bir sahil sarayı olan okulun üçüncü katı yatakhanedir, yatakhanenin ortasında adam boyu soba vardır. Üç haftada bir Hereke’ye gider. Ancak bir süre sonra aile geleneği Ahmet Haluk’da da görülecek ve memleket özlemi başlayacak, Hereke rüyalarına girecektir...
Galatasaray, Ahmet Haluk’a İstanbul ve Boğaz kültürünü, Boğaz’ı yaşamayı, Fransız kültürü yanında kuvvetle yaşanan kendi kültürümüzü verir. Ahmet Haluk Galatasaray’daki eğitimi “romantik, filozofik ve maceraperest” olarak niteler.
Galatasaray’da derslere paralel kıdemli Galatasaraylılar, ağabeyler öğrencilerle yakından ilgilenerek onların yetişmesine çalışırlar. Liseli bir genç olarak kültür, sanat, tiyatro, gazetecilik ve siyaset dünyasından; başbakanlık yapmış Nihat Erim, Suat Hayri Ürgüplü, dışişleri bakanlığı yapmış Turan Güneş, gazeteci Abdi İpekçi, Çetin Emeç, Ziyad Ebuzziya, Çetin Altan, Erol Özbilgen gibi isimlerle tanışmak, konuşmak, Münir Nurettin gibi üstâdı birinci sıradan dinlemek imkânı bulur. Haluk Dursun alternatif eğitim usulünü daha sonra üniversiteye taşıyacak ve meraklı öğrencilere hep paralel eğitim vermeye çalışacak, böylelikle “Haluk Bey’in öğrencileri” yetişecektir.
Ahmet Haluk, aile ortamında Abdülhamid, Mütareke, İstiklâl Harbi hikâyeleri dinleyerek büyüdüğünden olsa gerek tarihe müthiş ilgi duyar. Evlerine akrabası İlter Özdemir’in abonesi olduğu Hayat Tarih Mecmuası gelmektedir. Bir gün dergiye mektup yazarak yakınçağ tarihçisi olmak istediğini ve kendisine ne gibi tavsiyelerinin olacağını sorar. Mektup dergide yayınlanır ve yayın yönetmeni meşhur tarihçi Yılmaz Öztuna’nın tavsiyeleri yer alır. Mektubu Galatasaraylı Erol Özbilgen de görmüş ve Ahmet Haluk’a telefon ederek tanışmışlardır. Mimar Erol Özbilgen, İstanbul İmar Müdürü’dür, tarih doktorası yapmaktadır ve kitap meraklısıdır. Öğlenleri İstanbul Belediyesi’ne birlikte gider, Saraçhane’den Beyazıt’a, Sahaflar Çarşısı’ndan geçerek Kapalıçarşı’ya yürür, öğle yemeğini orada yer, kahveyi çarşıda Sandal Bedesteni’ndeki antikacılarda içer, sonra farklı yollardan dönerler. Elbette bu İstanbul’un derunundaki seyahatler Ahmet Haluk’u yetiştirecektir. Bir isim daha tanıyacaktır; bir başka Galatasaraylı ağabey Mimar Haluk Gezen. Belediye’de İskân Şube Müdürü olan Haluk Gezen ile İstanbul’u semt semt gezer ve çok erken yaşlarda mimari kültür hakkında geniş mâlumat sahibi olur...
ENDERUN’A İNTİSAB ETTİ
1975 yılında Turancılık’la ilgili bir kitap ararken Hereke’den arkadaşı ve sonraki yıllarda da birçok yerde beraber çalışacağı Yavuz Selim Tokmak, ona Beyazıt’taki Enderun Kitabevi’ni tavsiye eder. Enderun’a gider ve kitabevinin müdavimi olan gazeteci-yazar ve Galatasaraylı Mehmet Şevket Eygi gelir, tanışırlar. Böylece Enderun mektebine intisab eder.
Mahir İz’in telkinleriyle kurulan Enderun uzun yıllar, tarih, kültür, sanat sohbetlerinin yapıldığı, İstanbul’daki aydınların buluştuğu bir mekândı. Ahmet Haluk, Cumartesi Sohbetleri’nde Ali İhsan Yurt Hoca ve Sosyolog Erol Güngör ile tanışır. Daha lisede iken gazeteciliğe de başlayan Ahmet Haluk, Şevket Eygi’nin delaletiyle, Necip Fazıl, Muzaffer Özak, Mehmet Zaid Kotku, Nezih Uzel ve Nazım Kıbrısi ile görüşme fırsatı bulur. Daha sonra ise hayatında bir başka önemli isim olacak Fethi Gemuhluoğlu ve Cemil Meriç ile ağabeyi Sedat Yenigün tanıştırır.
Bu isimler biraraya gelirse bir akademi olur diyen Ahmet Haluk Dursun, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’ne Galatasaray’dan iki arkadaşı Vahdettin Engin ve Haldun Lengerlioğlu ile birlikte girer.
Çok kıymetli hocalardan ders alır; Bekir Kütükoğlu, Şahabettin Tekindağ, İbrahim Kafesoğlu, Münir Aktepe, Nihat Keklik, Nejat Göyünç, Ali Alparslan, Mübahat Kütükoğlu gibi. Ama o “Hoca derste kendi şovunu yapmalı, kitaptakiyle kalmamalı” diyerek derslerin fazlaca müdavimi olmaz. Hemen söyleyelim, Haluk Dursun bugün de bu görüştedir ve onun verdiği dersler öğrencilerin yıllardan beri en rağbet ettikleri derslerdir.
Üniversite yıllarında Atik Ali Paşa Medresesi’nde kalır. Mimar Haluk Gezen orayı yaşanır hale getirir ve tam anlamıyla “hücrenişin” olur. O yıllarda, aynı medrese binasında bulunan Milliyetçiler Derneği’nde Osman Turan’ı dinler, Kubbealtı Akademisi’nde Ekrem Hakkı Ayverdi ve Samiha Ayverdi’yi tanır. Milliyetçiler Derneği’ndeki musiki meşklerine Neyzen Ömer Erdoğdular başta olmak üzere Taşkın Savaş, Sadettin Ökten, Ferruh Müftüoğlu iştirak ederler. Bu arada Hem Galatasaray’da hem de üniversiteli yıllarlında Haluk Dursun’un çok ciddi kitap okuru olduğunu unutmayalım.
Haluk Dursun, kültür, sanat, siyaset ve gazetecilik işleriyle uğraşırken İstanbul Üniversitesi’ni vaktinde bitirmeyi de başarmış ve aynı yıl hem İstanbul Üniversitesi’nde Umumi Türk Tarihi’ni hem Boğaziçi’nde yeni kurulan Atatürk İlkeleri Enstitüsü’nü hem de yine yeni kurulan Marmara Üniversitesi’nde Prof. Dr. Hakkı Dursun Yıldız’ın açtığı Ortaçağ yüksek lisans programlarını kazanır. O, Boğaziçi Üniversitesi’nde yüksek lisans öğrencileri için açılan özel İngilizce programına ve Marmara Üniversitesi’ndeki Ortaçağ programına devam eder. Boğaz’ı çok seven Haluk Dursun, Boğaziçi’nden çok memnun kalacaktır. Aynı yıl, bir yayınevinin teklifi ile Erol Özbilgen’in delaletiyle “Ermeni Terörünün Kaynakları” adlı 800 sayfalık bir kitabı yayınlanır. Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi’nin kuruluşunda yer alır. Tarih Bölümü’nde akademisyenliğe başlar.
ORYANTALİSTLER ARASINDA
Fethi Gemuhluoğlu, Yakınçağ tarihi çalışacak bir kişinin Şam’a gitmesi gerektiğini söyler. Türkiye ile Suriye arasında yapılan ikili anlaşma gereği karşılıklı iki öğrenciye burs veriliyordur. Burs imtihanına giren Haluk Dursun kazanır ve Şam’a Edebiyat Fakültesi Arap Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne gider. Haluk Dursun için çok önemli bir deneyim olan Şam günlerinde iki programa dahil olur. Bunlardan biri, Şam Üniversitesi’nin Yabancılara Arapça Öğretme Merkezi ve Fransız Ortadoğu Araştırmaları Merkezi’nde Arapça dersleridir. Soğuk Savaş döneminde doğulu ve batılı oryantalistleri tanıma fırsatı bulur. Her ülkeden öğrenci vardır sınıfta. Çinli bir Uygur Türkü’nü orada tanır ve korka korka Türkçe konuşurlar. Afrikalılar’ı tanır. Avrupalı özellikle Fransız oryantalistlerle birlikte dolaşırlar. Hatta onlarla birlikte ASALA toplantısına katılır. Yaza doğru Türkiye’ye tatil planı yapan Avrupalı arkadaşlarının hiçbirinin Ege-Akdeniz tatiline çıkmayıp, Tunceli-Sivas’ta Alevilik, Mardin’de Süryanilik, Diyarbakır’da Kürtlük araştırmaları yapmaları ve Batı’daki Türkler’in gitmediği yerlere onların gitme arzu ve istekleri onu gezmeye ve araştırmaya teşvik eder. Bugün Osmanlı coğrafyasında görülmedik yer bırakmayan Haluk Dursun’u bu gezilere iten önemli motivasyonlardan biri budur.
Şam dönüşü, “Osmanlı-İngiliz Rekabetinde Akabe Meselesi” tezi ile tarih doktoru olan Haluk Dursun, derslerden vakit buldukça önce Anadolu sonra tüm Osmanlı coğrafyasına sayısız gezilere çıkar. Kendi gündemini kendisinin belirlediği gezilerdir bunlar. Kâh Erguvan gezisi olur, kâh Bektaşilik turu; yahut Sinan’ın görülmedik eseri kalmamalı deyip yola çıkar veya Osmanlı’dan bugüne âbidevi çınarları tespite koyulur. Kültür coğrafyamızın her yerinde herşeyle ilgilenir. Bir yandan da İstanbul Belediyesi Kültür A.Ş.’nin MiniaTürk projesinin danışmanlığını yürütür. Aynı dönemde köye dönüşler de başlar… Baba evini düzenler, kitapların bir kısmını oraya götürür, çiçek merakı nükseder. Dağın başında bir tarla alır ve meyvacılık yapar, çilek, sırık domatesi yetiştirir, tavuk, hindi, horoz beslemeye başlar. Köpek merakı dolayısıyla Pireneler dağ köpeği, Kangal, Kafkas çoban köpeği ile ilgilenir. Çobanların kalmaktan korktukları dağ başındaki tarlasında kalıp yaban domuzu seyreder, yaban tilki ve alıcı kuşları görür. Artık köye yerleşmeyi düşünmektedir.
Haluk Dursun, dağda tarlasıyla uğraşırken telefon gelir. İçişleri Bakanlığı tarafından Turing Yönetim Kurulu’na atandığını akşam 17:00’ye kadar evrakı alması gerektiği bildirilir. Arayan İstanbul Vali Yardımcısıdır. Görevi kabul etmek istemeyen Haluk Dursun’a bir bakıma zorla görev verilir. Sağlığında çok iyi görüştüğü ve sevdiği, saydığı Çelik Gülersoy’un makamında 15 ay fiilen ve fahri olarak Turing Yönetim Kurulu üyesi ve Başkan Vekili olarak hizmet eder. Yaptığı geziler ve programlarla Turing’e ayrı bir dinamizm getiren Haluk Dursun, bu görevinden ayrılarak Kültür Bakanlığı tarafından Ayasofya Müze Başkanlığı’na getirilir.
Kültür Bakanlığı son dönemde dört müze başkanlığı ihdas etti. Bunlar Topkapı Sarayı, Türk-İslam Eserleri, Arkeoloji Müzesi ve Ayasofya Müzesi Başkanlıkları. Haluk Dursun’a Arkeoloji ve Ayasofya Başkanlığı teklif edilir, o Ayasofya’yı tercih eder. Ayasofya Müze Başkanlığı’na şu kuruluşlar bağlanır; Aya İrini, Kariye, İmrahor İlyas Bey, Fethiye, Büyük Saray Mozaikleri Müzesi, Anadolu-Rumeli ve Yedikule Hisarları, Yerabatan Sarnıcı, Vahdetin Köşkü. Bir de Koleksiyoner Müze olarak tabir edilen, Ermeni ve Süryani kiliselerde kayıtlı eserler de Ayasofya Başkanlığı’nın kontrolündedir.
Haluk Dursun bu göreve gelir gelmez kendisiyle ilk röportajı Atina’dan bir yayın kuruluşu yapar. Asıl ilginç bilgi şu; Bizans döneminde Ayasofya İmparatorluk protokolünde çok önemli bir yer işgal ediyordu. Bugün Yunanistan’da da Ayasofya’nın devlet protokolünde önemli bir mevkii var ancak Türkiye’de karşılık görmediği için uygulanmamakta.
PAPA’DAN MADALYA ALDI
Haluk Dursun yirmi yıldır dialı konferanslar verir. Bu konferanslara katılanlar bilirler, Hoca’nın ilk diası Ayasofya Kütüphane kapısında nefis bir metal işçiliği ile yazılmış “Ya Fettah” lafz-ı celilidir. Ayasofya’ya başkan atandıktan sonra bir makam odası yoktur ve bir yer araştırılırken yıllardır diasını gösterdiği “Ya Fettah” yazısının yer aldığı boş kütüphane odası karşısına çıkar. Çok etkilenen Haluk Dursun şimdi bu mekânı makam odası yapmaz ama kütüphaneliği ortaya çıkaracak çalışma başlatır.
Haluk Dursun zaman zaman şimdiki makam odası olan eski Mütevelli Odası’ndan çıkıp meraklı ziyaretçilere mihmandarlık yapıyor. Bu yüzden Tursab’a “korsan rehber” diye şikayetler de gitmiyor değilmiş. Bir gün bir dede ile torununu gezdirir ve yolcu eder. Bir süre sonra bir zarf gelir. O gün gezdirdiği kişi fotoğrafçıdır ve yıllar önce Ayasofya kapılarında var olan Ya Fettah yazan tokmakların fotoğraflarını gönderir. Şimdi yerinde olmayan bu Ya Fettah’lı kapı tokmaklarının fotoğrafı Haluk Dursun’un makam odasında yanı başında duruyor.
Hatırlanacağı üzere Papa 16. Benediktus’un Türkiye ziyareti sırasında Ayasofya’yı gezmek istemesi büyük bir heyecan uyandırdı. Daha önce Ayasofya’yı ziyaret eden Papa dua etmiş, acaba bu da eder mi, ederse burası kilise olur mu, diye günlerce tartışıldı. İlginçtir, Benediktus, Ayasofya’da dua etmeyip Sultanahmed Camii’nde “huzura durunca” Ayasofya ziyaretinin üzerinde bir daha durulmadı.
Papa Benediktus’u Müze Başkanı ve ev sahibi olarak karşılayan, ona Ayasofya’yı anlatan kişi Haluk Dursun’du. Bu ziyareti sorduğumuzda “çok riskli bir görevdi, Papanın yapacağı bir hareket bizi sıkıntıya sokabilirdi. İyi hazırlanması gerekiyordu, çok şükür kazasız belasız oldu” dedi. Sonra ayrıntılara girdik. Ziyarette Vatikan’ın resmi dili İtalyanca olduğu için İtalyanca anlatım tercih edilir. Dışişleri’nin tercümanı değil Haluk Dursun’un anlatım tarzını bilen bir sanat-tarihçi tercüman davet edilir. Ayasofya’da özel konuklar araçlarıyla içeri kadar girebilirken Papa dış kapıdan yürüyerek içeri alınır. Çünkü diyor Haluk Dursun, “Ayasofya, Bizantik bir kilise olarak kuruldu ama zaman içinde Osmanlı külliyesine dönüştü. Yüzyıllar içinde Ayasofya’nın içine ve dışına yapılan Osmanlı eserler dizisi görülmezse Ayasofya tam anlaşılmaz.” Bu yaklaşımdan dolayı Papa dış kapıdan içeri alınır ve Sübyan Mektebi, Muvakkıthane, Şadırvan, sebiller, medrese, Padişah Türbeleri gösterilip bu eserler hakkında bilgi verilir. İçerde I. Mahmud Kütüphanesi, Padişah ve Kazasker Mustafa Efendi hatları tanıtılır. Papa bu bilgilerin kendisi için yeni bilgiler olduğunu söyler. Haluk Dursun, Ayasofya’nın her iki din için de kutsal sayıldığını, Bizans’ta olduğu gibi Osmanlı hiyerarşisinde birinci camii olduğunu, eserin tamiri ve geliştirilmesi için çok büyük emekler harcandığını vurgular. Papa’nın hüsn-ü hat eserlerini sorması üzerine de İslam’ın çeşitlilik içinde tevhid düşüncesi anlatılır.
Papa 16. Benediktus’u Ayasofya’da dua etmekten alıkoyan Haluk Dursun’a göre şu bilgidir; Papa’ya Ayasofya’nın 532-1453 arasında kilise, 1453-1935 arasında camii, 1935’den bugüne kadar da müze olarak kullanıldığı ve asla ibadet edilmediği açıkça söylenir.
Papa, ilk defa ziyaret ettiği Ayasofya’da meraklı bir ziyaretçi olarak anlatılan her şeyi dikkatle dinler, gösterilen her bölümü heyecanla seyreder. Konuşma sırasında Haluk Dursun’un Papa’ya Latince hoş geldiniz demesi, Hıristiyanlık terminolojisini kullanması, Hıristiyanlık için önemli olan Kudüs, II. Papalık şehri olan Avignon ve Papa’nın mensubu olduğu tarikat olan Benediktus tarikatı manastırlarını gördüğünü söylemesi Papa’yı memnun eder. Ziyaretin sonunda Papa, Müze Başkanı Haluk Dursun’u Vatikan’da görmek istediğini söyler ve kendi eliyle Vatikan Madalyası armağan eder.
Çıkışta artık karanlık kavuşmuştr. Ayasofya’dan bakıldığında çok güzel bir Sultanahmet Camii silueti görülmektedir. Papa o siluete doğru yolcu edilir.
Papa’nın Ayasofya’yı ziyaretinden sonra Türk ziyaretçilerin arttığını gözlemlediklerini söyleyen Haluk Dursun, yılda 2 milyona yakın kişinin müzeyi gezdiğini, bu rakamın binayı zorladığına dikkat çekiyor. Pazar günleri 15 bin kişinin ziyaret ettiği Ayasofya her ayın ilk pazartesi günü ücretsiz gezilebiliyor. Yıllardır tamir iskelelerinin sökülmediği Ayasofya’da bu iskeleler kaldırılmaya çalışılıyor. Yine şimdiye kadar kapalı olan Ayasofya’daki Padişah Türbeleri restorasyonu bitirilip halka açılacak.
Haluk Dursun’un Tuna Güzellemesi kitabından yola çıkarak bir Tuna belgeseli çekildi. Önümüzdeki dönemde TRT 1’de yayınlanacak. TRT 2’deki Tarih-Mekan’da 80. programa ulaşıldı. 20 milyon kilometrekareden fazla olan Osmanlı coğrafyasında “Görülmedik yalnız Erdel bölgesi kaldı” diyen Haluk Dursun, Mimar Sinan’ın Türkiye dışındaki tüm eserlerinin diasını çekmiş. Osmanlı taş köprülerinden ise yalnız Hersek’teki Trebince/Arslanağa köprüsü kalmış. Bu yazı hazırlanırken Haluk Dursun’un durmayıp buraları da görüp arşiv kayıtlarına almış olma ihtimali yüksektir. Gezi yazılarını topladığı Nil’den Tuna’ya Osmanlı Yazıları kitabı Türkiye Yazarlar Birliği tarafından 2000 yılının en iyi gezi kitabı seçilen Haluk Dursun’un, en son Osmanlı Coğrafyasında Geziler adlı kitabı yayınlandı. Halen İstanbul’un Derununa Aşina Olmak adlı fotoğraflı bir kitap üzerinde çalışıyor. İstanbul’da sevdiği mekânları ve İstanbul’da görülmezse olmaz yerleri, eserleri anlatacak.