Bugün size tam elli yıl önce yaşanan gerçek bir hayat hikayesi anlatacağım.
Hayatımın en önemli günlerinden biriydi.
Galatasaray Lisesine kayıt olmaya İstanbul'a gidiyorduk.
Aslında bu biraz da bir dede torun hikayesi.
Dede ticaret hayatında talihsiz bir dönem geçirmiş ve elde avuçtakini kaybetmiştir.
Anlatacağım hikaye aynı zamanda eski insanların yaşantılarındaki parasızlığın, yoksullukların bir örneği...
Diğer taraftan da; Birbirine dayanan, bağlanan ve tüm zorluklara sabırla, kanaatkarlıkla meydan okuyan bir dede ve torun hikayesi...
Hani kuruşun hesabının yapıldığı günler derler ya, aynen öyle Hesap şöyle yapılır; Bir insanın yürüyerek gidebileceği yere bırak taksiyi, dolmuş ve otobüs parası bile verilmez...
Tramvay yerine, "tabanvay "tercih edilir!...
İstanbul başta olmak üzere hiç bir şehirde dışarda lokantada yemek yenmez...
Eve kadar dayanılır, açlıktan kimse ölmez, tut ki ramazan ve oruçlusun denir...
Çok acıkılır ve yol uzun olursa bir simitle açlık bastırılır.
O gün de öyle yaptık...
Daha doğrusu bir kısmını...
Simit kısmı hariç...
Hereke'den Adapazarı trenine bindik, Haydarpaşa’ya geldik, vapurla karşıya Karaköy'e geçtik ve yürümeye başladık...
Yüksek Kaldırım'dan Beyoğlu'na ve oradan GS Lisesine. Liseye geldik ama, Okulun o bina olmadığını öğrendik, anlattılar...
Aşağı Okula gideceksiniz dediler...
Biz de hemen alt katta bir yer zannettik...
Meğer Ortaköy'deki mektep Aşağı Okul demekmiş...
Nasıl gidilir demedik, nereden en kestirme yürünür dedik...
İmkanı yok yürünmez dediler...
Akıl vermeyin yolu tarif edin dedik...
Boydan boya İstiklal Caddesini geçin. Gümüşsuyu üzerinden Dolmabahçe yoluyla Beşiktaş ve oradan Ortaköy'e ulaşın göreceksiniz deniz kıyısında bir Saray dediler...
Bizim hayatımız zeytin toplamak için bağlarda, koyun otlatmak için çayırlarda, odun kesmek için dağlarda geçmiş.
İnsan okumak için, hem de Saray'da okumak için bu kadarcık yolu yürümez mi!
Hiç tereddüt etmeden tekrar yola koyulduk ve kan ter içinde Feriye Saray'ına vardık. Şimdiki GS Üniversitesi...
Hadi bakalım aynı yolu yürüyecek kaç dede torun bulacaksınız şimdi...
Ben o zaman on yaşını yeni geçmişim, dedem de altmış...
Peki şu başlıktaki kınalı yapıncak ne alaka diyecekler varsa aranızda onu da söyleyeyim..
Taksim'de biraz soluklanalım, hem de bir simitle geçiştirmeyelim, oturarak esaslı bir şeyler yiyelim demişti dedem.
Tabii bana hiç nerede ve ne yemek istersin diye sormadan fırından bir ekmek ve bir seyyar satıcıdan iki kocaman salkım yapıncak üzümü aldı.
Sonra bana dönerek haydi kısmetliyiz böyle güzel kınalı yapıncak kolay bulunmaz, her cins üzümle ekmek yenmez dedi!...
Ben de her zaman yaptığım gibi boynumu büküp dedemle bir banka oturup üzüm ekmek yemeye başladım.
Hiç şikayet etmeden, sızlanmaya yeltenmeden, canı gönülden yedim.
İstanbul'a okumaya, hem de o çok sevdiğim Galatasaray'a gelmiştim çünkü...
Bir taraftan yerken, diğer taraftan dedeme İstanbul hakkında sorular soruyordum. Dedem de her zaman ki gibi ne güzel şeyler anlatıyordu.
İnanırmısınız, o kadar tatlı geldi ki, hayatım boyunca o uzun yürüyüşümüzü ve kınalı yapıncağın tadını hiç unutamadım.
Yıllar sonra Paris'teki ilk günlerimde Kuzey Garından Sorbonne Üniversitesine yürüyerek gittiğimi otelin resepsiyonistine söylediğimde adam şaşkınlıkla o kadar yol nasıl yürünür mösyö demişti.
Ben de bu yolu dedem bile yürür diye cevap vermiştim.
Paris'teki ilk günümde ne yediğimi merak ederseniz onu da söyleyeyim; Sadece o sefer değil, her defasında ilk gün Paris'teki değişmez yemeğim üzüm ekmektir.
Şimdi elli yıl sonra da zaman zaman kınalı yapıncak arar, bulur ve dedemi rahmetle anarak yerim.
Ama hiç bir zaman Taksim Parkındaki aynı tadı bulamam...
O bal gibi yapıncak hep ağzımda buruk ve tuzlu bir tat bırakır...
Acaba yerken biraz da gözyaşlarımın karışmasından olabilir mi?
Ne dersiniz?