O gün (23 Mart Çarşamba) Marmara Üniversitesi konferans salonuna şehir ve insan projesi kapsamında bir konuşma yapmak için gelmiştim. Ama aslında her zaman yaptığımı yine yaptım. Konu dışına çıkmakla kalmayıp; salon, amfi, dershane, sınıf dışına da çıktım. Kesintisiz ve yerli-yersiz!
Öğrenme ve öğretmenin bir örneğini daha verdim. Her zamanki gibi yolda yürürken etrafımdakileri durdurup, bir şey gösterip dikkatlerini çekip, sonra bir soru sorup (tabi çoğu zaman olduğu gibi cevap alamayıp) kendim anlatmaya başladım. Fen-Edebiyat Fakültesi’nin kapısı önünde iki ağaç kafa kafaya vermiş, en güzel elbiselerini giymiş, gelenden geçenden bir bakış, bir koklayış, bir fark ediş, bir takdir bekliyorlardı. Bunlardan biri memleketimizin Karadeniz ağacı, diğeri ise Akdeniz bitkisiydi. Pür çiçek hale gelmişler, kendilerini fark edecek, pür dikkat kesilecek insanları bekliyorlardı. Önünden her gün geçen profesörlere, doçentlere ve diğerlerine işte onları gösterip sordum: “Bunlara âşina mısınız, her gün bakışıp selamlaşır mısınız, yoksa hala tanış olamadınız mı, gaflet uykusundan uyanamadınız mı” diye..
Bilin bakalım bu iki ağacın ismini kimler bilebildi?Aslında son dersimizin konusu ve hedefi de her zamanki gibi bilmek değildi.
Merak etmek, dikkat etmek, kısacası “bakmak ve görebilmekti”…