Kar yağdığı zaman genelde insanlar keyiflenir; sıcak bir köşede, cam kenarından lapa lapa yağan karın zevkini çıkarır değil mi?
Bu, benim için böyle değil!
Kar yağdıkça ve tuttukça içimi bir sıkıntı kaplar; utanma duygusuyla başlayıp, işlenmiş büyük bir günahın suçluluk hissiyatıyla devam eden, neticede rahatımı kaçıran bir ruh halidir bu. Çok küçük yaşlarımda yapmış olduğum, içimden bir türlü atamadığım bir yanlışın vicdani sıkıntısı...
Karla birlikte bu sefer de aynı şey oldu!
Hemen köydeki kardeşimi arayıp “Aman, kuşlara yiyecek bırakmayı unutma!” diye telaşla hatırlattım. Sonra da durumları hakkında bilgi aldım.
Acısı ve pişmanlığı çok küçük yaşlarıma kadar giden sabıkamın ve ilk icraatımın kurbanı kuşlardı...
Önceleri elek altında, uzun iple evden avlanma usulü; beni en çok yaralayan, üzen de budur. Vahşi ve acımasız bir avlanma metodu. Canlı canlı yakalanan zavallı çalıkuşları ve özellikle ispinozlar, daha çok da dişi ispinozlar!
Gerçi, büyüdükçe çok daha kalpsiz, merhametsiz usullerle de avlandım: küçük siyah sinek oltasına bağlanmış misinaların kazıklara çakıldığı, ucuna zeytin takılmış veya keskin metalden kuşları çarpan mahalli tabirle "erpen" kapanlar...
Bu ikinci metot biraz daha büyük kuşları hedef alırdı: sığırcıklar, karatavuklar ve de en makbulü ardıçlar... Bu grup içinde son ikisi lezzetli etleri olan, büyücek, gerçek av kuşlarıdır.
Ama beni en çok yaralayan ve hafızama yer eden, yakaladığımız ispinozların bembeyaz karlar üzerine akmış kıpkırmızı kanlarının görüntüsüdür.
Aradan elli seneyi aşkın süre geçti hala her kar yağdığında “sayyâd-ı bi insaf” (acımasız avcı) ve “seffah” (kan dökücü) halim aklıma gelir. Kuşların karnını doyurmak için yollara düşer, çözüm ararım.
Artık büyük bahçe kalmadığı için ispinozlar şehirlere gelmiyor, inmiyor. O zaman yapılacak iş gayet basit: ispinozun ayağına gitmek; köylere, dağlara çıkarak soğukta, mutlaka eldivensiz ellerle karların üzerinde yer açarak yemleme yapmak...
Çocukken o küçücük ellerimiz kuş yakalayacağız diye kardan mosmor kesilir, parmaklarımızın üstü soğuktan çatır çatır çatlardı. Sonra da hohlayarak sobanın yanına koşar; o çıtırtı sesleri eşliğinde, büyük bir zevkle yakaladığımız (tuttuğumuz) minicik kuşların pişmesini beklerdik.
Yuh olsun, yazıklar olsun bana!
Her sene olduğu gibi bu kış da kardeşlerimle karda konuştuk, günah çıkardık, tövbe ettik...
Kuşlara açlıktan ölmesinler diye yiyecek bıraktık.
“O çocuk yaşlarda masumca işlenen günahlar affedilir, falan...” deyip de bahane bulmak mümkün olur mu dersiniz?
Yine de beni biraz olsun rahatlatan ne biliyor musunuz? Tuzağımıza düşmekte olan kuşları “Kaçın kaçın, yakalanmayın!” diyerek uyaran, onları tuzağımıza düşmekten kurtaran Rahmetli Koca Amcam Eczacı Mehmet Kılıç’a okuduğum dualar...
Halbuki, o zamanlar kuşların kaçmasına neden oluyor diye ne kadar çok kızardık.
Ne merhametli adammış!
Ruhu şâd olsun...